13 Ekim 2010 Çarşamba

LİRİK YANILSMALAR

LİRİK YANILSAMALAR


uzun çığlıkların
dalgaları susturduğu gecede


yönünü şaşıran bir rüzgâr
sırtlanıyor aklımı


anlamını toplayamadığım sözcüklerin
dağınıklığıyla geçiyorum yüzünden


İki kelime arasında büyüttüğüm
lirik yanılsamalar eşliğinde


yüksekçe bir şiire çıkıyor
dilimdeki yarayı bırakıyorum


sözün sükûta erdiği
o yerdeyim


orda her şey durur


yedi iklim ötede
sancısını duyduğum güz


tersine uzayan ağaçların
gövdesinde çatlar


ah tenimde
yarasını sakladığım adam


ışık yok bedenimde
karanlığım da tükendi


eşiğinde kıvrılıp yatan kalbim
karanlığından içeri alınmayı bekler


Nilay Akçay

BERFİN BAHAR,Ocak 2011 – 155. Sayı,

24 Nisan 2010 Cumartesi

YÜZLEŞME

YÜZLEŞME


Her şeyini öldürdükleri
Evlerin avlularında
Kanayan taşları gördüm

Ve üzerlerinde
çıplak ayaklarıyla çocukları
zaman yüzünü uladı
yüzüme ağaçların

topladım saçlarımda
yapraklarından dökülen matemi

ağlayan sesini duydum bir ırmağın

yankısı birbirine karışan sesleri
geçirdim kızgın tenime.soğudum

dalgaların kırlıldığı yerde
yırtılışını gördüm bir dağın

gömdüm acımı toprağa
büyüdüm.

Nilay Akçay

( ONALTIKIRKBEŞ,SAYI 35 2010 )

GÜNEBAKAN

Her yer karanlık. Kör olmuş güneş. Zaman yok. Duygu yok. Bacaklarımla ellerimi karıştırıyorum. Kalbimden bedenime yayılan, hücrelerime işleyen derin bir sızı… Sızıyı anlatacak ünlemler kayıp
Kapı gıcırdayarak açıldı. Kör karanlığa güneşten tozlu bir parça süzüldü. Günlerdir bir yudum ışığa hasretim; ama gün ışığı aydınlık değil gözlerimi rahatsız eden bir ışık topu sadece. Tıpkı gecelerce gözüme tutulan, gözümün içine içine sokulmaya çalışılan fenerler gibi. Sesler geliyor kulağıma. Seçemiyorum, ad koyamıyorum, anlamlandıramıyorum. Bütün sesler aynı. Bütün sesler bir çığlık artık. Çünkü günlerdir sadece çığlık dinliyorum. Duvarları, hücreleri parçalayacak kadar büyük acıların büyük çığlıkları... Onlar istediler başka sesler, başka sözcükler duymayı; ama onların da duydukları sadece çığlıktı. Başı dik, ağlamayan, inlemeyen, direnen… Bir tokat gibi patladı çığlıklarımız suratlarında. Onlar tekmeledikçe çığlıklarımız kesti suratlarını. Kulaklarından beyinlerine girip sinir uçlarına dokundu.
Takıyorlar kollarına götüreceklermiş. Yine mi, yine mi yoksa? Bu kez daha büyük bir odadayım. Eşyalar var. Oturuyorum bir sandalyeye. Düşünmüyorum ne olacak diye.
Tanıdık bir ses… Bir yerlerden hatırlıyorum:
“ Kızım ”
Kaldırıyorum başımı. Bakıyorum sesin gözlerine. Annem…Geldi yanıma. Hıçkırık sesleri ile aldı gövdemi. Ölü bir balık gibi tepkisiz, donuk gözlerim çözülüverdi. Irmaklar gibi çağlamaya başladı gözyaşlarım. Sanki yıllarca kapatmışım onları bir sandığa ve örtmüşüm üstünü siyah örtülerle. Direncimin, inancımın zırh olduğu yaşlar çözülüverdi annemin kollarında.
Aldı beni.
Evdeyim…
Bir şeyler soruyor. Duyuyor konuşmuyorum. Harflerimi yitirmişim sanki. Eşyaları gösteriyor, algılayamıyorum, kitap getiriyor. Açıp önüme koyuyor, bakıyorum, okuyorum ama algılayamıyorum. Kopuk kopuk anlamlar… Birleştiremiyorum. Uyumak istiyorum, uykuya dalamıyorum. Korkuyorum gözlerimi kapatmaktan. Kapattığımda geçmişi yaşıyorum. Bir titreme alıyor vücudumu, ağlama krizleri baş gösteriyor. Dalsam bir sancıyla bölünüyor uykularım. Çığlık çığlığa kan ter içinde uyanıyorum. Yatağa büzüşüp kaskatı dolanıyorum çarşafa.
Aylarca bir hücrede tecrit edilmişliğin verdiği uyumsuzlukla çırpınıyor bedenim, duygularım. Belki de hiçbir şey sağlam olmayacak. Karanlıkta körleşmiş beyinler ve duygular yığınıyım. Hayata uyumsuzluğun verdiği sersemlik benim sendelemem. Artık saatlerce kitap okuyamayacağım, uzun uzun müzik dinleyemeyeceğim, düşünemeyeceğim. Bir yanım kör, topal, sağır, yarım…
Aradan kaç gün geçti bilmem; günler, aylar geçiyor ama ben hala aynı kâbuslarla, kan ter içimde, bir güne uyandım. Uyumak bile ağır geliyor bedenime. Yavaşça doğruldum yatağımdan. Ağır aksak adımlarımla banyodayım, bir avuç su çalıyorum yüzüme. Birkaç lokma alıyorum ağzıma, zar zor yutuyorum. Annem, anlatırken bir şeyler kapı zili çaldı. Birden irkildim. Tedirgin oldum bu gürültüden. Biri yaklaştı masaya. Tanıdık bir yüz, hayal meyal bir fotoğraf sanki belleğimden. Yaklaştı yanıma, konuşmadık, gözlerini sürdü gözlerime. Sevcan … Gelen Sevcan’dı. Geceleri ve gündüzleri, hayatı, sevdayı, mücadeleyi paylaştığım Sevcan.… Doğruluyorum. Kollarında gülümsüyorum ilk defa. Öyle bir sarılmışım ki sanki bıraksam kederimle dolacak ruhum. Konuştuk. Günlerce biriktirdiklerimi konuştum.
“Dışarı çıkacağız.” dedi.
Oysa benim ne gücüm ne de cesaretim vardı gün yüzü görmeye. Odama gittik, giyinmeme yardım etti, huzur bulduğum kollarında adımlıyordum sokakları. Bedenim yorgun düştüğü için sık sık oturmak zorunda kalıyorduk. O hep gülümseyen yüzüyle güç veriyordu bana. Bir tarlaya geldik. Ayçiçekleri uzanıyordu önümde. Ayçiçeği tarlasındaydık. Yaz gelmiş olmalıydı. Çiçeklerin üzerinde, ufukta onları aydınlatan bir kızıllık beliriyordu. Gün bitmek üzereydi. Bütün çiçekler, yüzünü onları aydınlatan ışığa dönmüştü. Ilık bir rüzgar değdi yüzüme. Ferahlık hissettim. Rüzgâr, umut üfledi yüreğime sanki. Bıraktım Sevcan’ın kolunu. Ay çiçekleri arasına karıştım. Onları hissettikçe güçleniyordu bedenim. Eğildim kokladım her birini. Onların yanına yakıştığımı hissettim, evet ben de onlar gibiyim: Ufalmış bedenim, yarı açık bilincimle taç yapraklarını, yolunu aydınlatan ışığa uzatan, yüzü daima güneşe dönük, bir günebakanım. Cesaretim, umudum ve direncimle dimdik ayaktayım.

Nilay Akçay

(GÜNEY,SAYI 52,NİSAN-MAYIS-HAZİRAN 2010 )