11 Ağustos 2011 Perşembe

ÇOXUKSUN SEN

ÇOCUKSUN SEN / II




Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüm


Bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ


Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı


Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle


Zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar


Dursam ölürüm paramparça olur dünya


Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüğüm


Uçurum diyordun bir aşk uçurum özlemidir


Bırakıyorum öyleyse kendimi sesinin boşluğuna


Tutunabileceğim tüm umutları görmiyeyim için


Gözlerimi bağlıyorum geceyi mendil yaparak


(Gözlerim bir yerlerde daha bağlanmıştı, bunu


Unutmuyorum unutmuyorum unutmuyorum hiç)


Bir rüzgâr esse ellerin fesleğen kokuyor


Kırlangıçlar konuyor alnına akşamüstleri


Bu yüzden bir kanat sesiyim yamaçlarda


Üzgün bir erguvan ağacıyla konuşuyorum


Ayrılığın zorlaştığı yerdeyim ve dalgınlığım


Bir mülteci hüznüne dönüyor artık bu kentte


Çocuksun sen alnına kırlangıçlar konan


Bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer


Okyanus diyelim istersen ya da sen söyle


Batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum


Upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken


Gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde


Ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su


Çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç


Gülüşünün kokusuyla yeşerdi bu elma ağacı


(Soluğunun elma kokması bundandı belki)


Bir elma kokusuna tutundum düşerken


Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı


Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle


Çocuksun sen, çocuğumsun






AHMET TELLİ









13 Ekim 2010 Çarşamba

LİRİK YANILSMALAR

LİRİK YANILSAMALAR


uzun çığlıkların
dalgaları susturduğu gecede


yönünü şaşıran bir rüzgâr
sırtlanıyor aklımı


anlamını toplayamadığım sözcüklerin
dağınıklığıyla geçiyorum yüzünden


İki kelime arasında büyüttüğüm
lirik yanılsamalar eşliğinde


yüksekçe bir şiire çıkıyor
dilimdeki yarayı bırakıyorum


sözün sükûta erdiği
o yerdeyim


orda her şey durur


yedi iklim ötede
sancısını duyduğum güz


tersine uzayan ağaçların
gövdesinde çatlar


ah tenimde
yarasını sakladığım adam


ışık yok bedenimde
karanlığım da tükendi


eşiğinde kıvrılıp yatan kalbim
karanlığından içeri alınmayı bekler


Nilay Akçay

BERFİN BAHAR,Ocak 2011 – 155. Sayı,

24 Nisan 2010 Cumartesi

YÜZLEŞME

YÜZLEŞME


Her şeyini öldürdükleri
Evlerin avlularında
Kanayan taşları gördüm

Ve üzerlerinde
çıplak ayaklarıyla çocukları
zaman yüzünü uladı
yüzüme ağaçların

topladım saçlarımda
yapraklarından dökülen matemi

ağlayan sesini duydum bir ırmağın

yankısı birbirine karışan sesleri
geçirdim kızgın tenime.soğudum

dalgaların kırlıldığı yerde
yırtılışını gördüm bir dağın

gömdüm acımı toprağa
büyüdüm.

Nilay Akçay

( ONALTIKIRKBEŞ,SAYI 35 2010 )

GÜNEBAKAN

Her yer karanlık. Kör olmuş güneş. Zaman yok. Duygu yok. Bacaklarımla ellerimi karıştırıyorum. Kalbimden bedenime yayılan, hücrelerime işleyen derin bir sızı… Sızıyı anlatacak ünlemler kayıp
Kapı gıcırdayarak açıldı. Kör karanlığa güneşten tozlu bir parça süzüldü. Günlerdir bir yudum ışığa hasretim; ama gün ışığı aydınlık değil gözlerimi rahatsız eden bir ışık topu sadece. Tıpkı gecelerce gözüme tutulan, gözümün içine içine sokulmaya çalışılan fenerler gibi. Sesler geliyor kulağıma. Seçemiyorum, ad koyamıyorum, anlamlandıramıyorum. Bütün sesler aynı. Bütün sesler bir çığlık artık. Çünkü günlerdir sadece çığlık dinliyorum. Duvarları, hücreleri parçalayacak kadar büyük acıların büyük çığlıkları... Onlar istediler başka sesler, başka sözcükler duymayı; ama onların da duydukları sadece çığlıktı. Başı dik, ağlamayan, inlemeyen, direnen… Bir tokat gibi patladı çığlıklarımız suratlarında. Onlar tekmeledikçe çığlıklarımız kesti suratlarını. Kulaklarından beyinlerine girip sinir uçlarına dokundu.
Takıyorlar kollarına götüreceklermiş. Yine mi, yine mi yoksa? Bu kez daha büyük bir odadayım. Eşyalar var. Oturuyorum bir sandalyeye. Düşünmüyorum ne olacak diye.
Tanıdık bir ses… Bir yerlerden hatırlıyorum:
“ Kızım ”
Kaldırıyorum başımı. Bakıyorum sesin gözlerine. Annem…Geldi yanıma. Hıçkırık sesleri ile aldı gövdemi. Ölü bir balık gibi tepkisiz, donuk gözlerim çözülüverdi. Irmaklar gibi çağlamaya başladı gözyaşlarım. Sanki yıllarca kapatmışım onları bir sandığa ve örtmüşüm üstünü siyah örtülerle. Direncimin, inancımın zırh olduğu yaşlar çözülüverdi annemin kollarında.
Aldı beni.
Evdeyim…
Bir şeyler soruyor. Duyuyor konuşmuyorum. Harflerimi yitirmişim sanki. Eşyaları gösteriyor, algılayamıyorum, kitap getiriyor. Açıp önüme koyuyor, bakıyorum, okuyorum ama algılayamıyorum. Kopuk kopuk anlamlar… Birleştiremiyorum. Uyumak istiyorum, uykuya dalamıyorum. Korkuyorum gözlerimi kapatmaktan. Kapattığımda geçmişi yaşıyorum. Bir titreme alıyor vücudumu, ağlama krizleri baş gösteriyor. Dalsam bir sancıyla bölünüyor uykularım. Çığlık çığlığa kan ter içinde uyanıyorum. Yatağa büzüşüp kaskatı dolanıyorum çarşafa.
Aylarca bir hücrede tecrit edilmişliğin verdiği uyumsuzlukla çırpınıyor bedenim, duygularım. Belki de hiçbir şey sağlam olmayacak. Karanlıkta körleşmiş beyinler ve duygular yığınıyım. Hayata uyumsuzluğun verdiği sersemlik benim sendelemem. Artık saatlerce kitap okuyamayacağım, uzun uzun müzik dinleyemeyeceğim, düşünemeyeceğim. Bir yanım kör, topal, sağır, yarım…
Aradan kaç gün geçti bilmem; günler, aylar geçiyor ama ben hala aynı kâbuslarla, kan ter içimde, bir güne uyandım. Uyumak bile ağır geliyor bedenime. Yavaşça doğruldum yatağımdan. Ağır aksak adımlarımla banyodayım, bir avuç su çalıyorum yüzüme. Birkaç lokma alıyorum ağzıma, zar zor yutuyorum. Annem, anlatırken bir şeyler kapı zili çaldı. Birden irkildim. Tedirgin oldum bu gürültüden. Biri yaklaştı masaya. Tanıdık bir yüz, hayal meyal bir fotoğraf sanki belleğimden. Yaklaştı yanıma, konuşmadık, gözlerini sürdü gözlerime. Sevcan … Gelen Sevcan’dı. Geceleri ve gündüzleri, hayatı, sevdayı, mücadeleyi paylaştığım Sevcan.… Doğruluyorum. Kollarında gülümsüyorum ilk defa. Öyle bir sarılmışım ki sanki bıraksam kederimle dolacak ruhum. Konuştuk. Günlerce biriktirdiklerimi konuştum.
“Dışarı çıkacağız.” dedi.
Oysa benim ne gücüm ne de cesaretim vardı gün yüzü görmeye. Odama gittik, giyinmeme yardım etti, huzur bulduğum kollarında adımlıyordum sokakları. Bedenim yorgun düştüğü için sık sık oturmak zorunda kalıyorduk. O hep gülümseyen yüzüyle güç veriyordu bana. Bir tarlaya geldik. Ayçiçekleri uzanıyordu önümde. Ayçiçeği tarlasındaydık. Yaz gelmiş olmalıydı. Çiçeklerin üzerinde, ufukta onları aydınlatan bir kızıllık beliriyordu. Gün bitmek üzereydi. Bütün çiçekler, yüzünü onları aydınlatan ışığa dönmüştü. Ilık bir rüzgar değdi yüzüme. Ferahlık hissettim. Rüzgâr, umut üfledi yüreğime sanki. Bıraktım Sevcan’ın kolunu. Ay çiçekleri arasına karıştım. Onları hissettikçe güçleniyordu bedenim. Eğildim kokladım her birini. Onların yanına yakıştığımı hissettim, evet ben de onlar gibiyim: Ufalmış bedenim, yarı açık bilincimle taç yapraklarını, yolunu aydınlatan ışığa uzatan, yüzü daima güneşe dönük, bir günebakanım. Cesaretim, umudum ve direncimle dimdik ayaktayım.

Nilay Akçay

(GÜNEY,SAYI 52,NİSAN-MAYIS-HAZİRAN 2010 )

28 Aralık 2009 Pazartesi

GÖLDE ERİYEN HÜZÜN

Sarı bir güne uyanıyorum. Doğruldum, örtüsünü sıyırdım penceremin. Açtım kanatlarını, hava boşluğuna çarptı yüzüm. İnceden bir serinlik… Doğanın keyfi yok anlaşılan.

Çektim kapıyı. Apartmanın boşluğunda sesler hapsolmuş sanki. Bir ben kıpırdıyorum. Usulca sürtünerek tırabzanlara süzülüyorum hayata. Kalabalığa karışıyor bedenim, damla damla birikiyor korkum. Azalacağında artıyor yalnızlığım. Hafif hafif esen bir rüzgar yüzümü yalıyor. Sanki geceden kalan uyuşukluğu temizlemek istiyor. Bırakıyorum kendimi ona. Üşüdüm sanki.

Yele verip gövdemi ilerliyorum. Göl kenarındayım. Mevsim yine yüzünü dökmüş. Yapraklar toprağı örtüyor, ağaçlar hüzne soyunmuş, sarı bir çizgi beliriyor ufukta. Ayaklarım suyun yanı başında… Eğiliyorum kıyısına. Kulağıma bir piyano sesi değdi. İç sesim mi acaba? Çeviriyorum başımı. Kolaçan ediyor bakışlarım her yanı. Ses gittikçe dokunuyor yüreğime. Bıraksam çekip alacak yüreğimi. Takılıyorum sesin peşine. Bir ezgi boyuca yol alıyor düşüncem. Yaprakların hışırtısı eşlik ediyor tuşlara. İçimden uzaklara giden bir tren geçiyor. Vagonlarından birinde bir yaşlı adam… Dayamış başını cama, gözlerinde gideceği yerin isteksizliği… Anılarına sığınıyor. Yokluyorum onunla hafızamı ben de. Bir çocuk beliriyor gözümde. Kolları arasında oyuncağı, sonsuz bir huzur sarıyor hislerimi. Hafif bir gülümseme ilişiyor yüzüme. Baktım yaşlı adamın da çizgileri kaybolmuş. Belli ki onun da içinden bu çocuk geçti. Parmaklar piyanoya sert basmış olmalı ki tren devriliyor, içimdeki çocuk ürkerek ağlamaya başlıyor, susturamıyorum. Bedenim sarsılıyor. Titremeye başlıyor yaşlı adam. Hıçkırıklara boğuluyoruz üçümüz, çocuk yaşlı adamla beraber fırlıyor gözlerimden. Oyuncağı sıkıştı yüreğime. Kırıldı. Topluyorum yüreğime saçılan parçaları.

Bir keman eklendi piyano sesine. Sakinleşiyor bedenim. Keman seriyor ruhumu kitapların üstüne. Bu kez genç bir kız karşılıyor. Bir tutam mücadele bir tutam umut ve isyan çalmış kitaplardan. Kemanla piyano yetişiyor genç kızın hızlı çarpan kalbine. Tutuyorum kızın ellerinden yürüyoruz sert ve kararlı adımlarla, bir adam kesiyor yolumuzu, gençliğini fırlatıyor kızın suratına. Kız bağırıyor, adam çekilmiyor önünden. Sert bir susku patlıyor aralarında. Kızın, bir eli sonsuzluğa değecek sandığı bir susku… Kız yürüdükçe adamın uykuları kaçıyor, bir korku alıyor adamı. Kız farkında ama inatçı adam gibi. Sonunda adam anlıyor bu yürüyüşten bıkmayacak kız. Susku da büyüyor. Dönüyor kıza yüzünü, kız da ona; ama bir gölge gibi peşinde adam. Kız yürüdükçe mutlu… Ellerinde başka eller; onun gibi kumral, esmer, beyaz eller ama avuçları umut dolu... Deli yüreklerini alıp yumruklarına savuruyorlar havaya… Kız heyecanlı… Aşk ve mücadeleyle çarpıyor yüreği. Kız dalıyor kalabalıklar içine, yakalıyor herkesi, anlatıyor , yüzündeki ışığı gözlerine tutmaya çalışıyor ; ancak kalabalığın yüzü kıza değil karanlığa dönük. Kalabalık yürüyor karanlığa, kız geçiyor önlerine durdurmaya çalışıyor ama kalabalık kızı ezip geçiyor. Tam o sırada kemanın teli kızın sevinciyle koptu. Bozuk bir ritmle sesi gittikçe kesildi. Kız yorgun düşerek çömeliyor yüreğimin derinlerine. Alıyor gövdesini kalabalıktan ve arkasını dönerek ilerliyor ters istikamete. Arkasından yuhlar kovalıyor, taşa tutuyorlar sözlerini, ezip geçiyor bir küfür. Tam o sırada adam yine beliriyor önünde. “Demiştim” bakışı fırlatıyor ona. Adam tutuyor elinden. Kız kararsız. Sendeliyor düşünceleri, sorular beynini kemiriyor. Kesik kesik inilti yayılıyor bedeninden. Kız, öfkesini savuruyor etrafına, bırakıyor adamın elini. Adam, bu sefer sakin, konuşmuyor, yatıştırdı kızı, başı arkada adamın ritminde ilerliyor, elini eteğini çekiyor kalabalıktan. Adamın elini de savuruyor sokağa ve yürüyor… Koşuyor uzaklara. Kalabalığa olan inancı bir göl kıyısında piyanonun tuşlarına sıkışıp kaldı. Biliyor kız: Sıkışan ruhunu kurtarabilirse piyanonun tuşlarından belki eski günlerdeki gibi yüzünü döner onlara, şayet kurtaramazsa ömrü boyunca ait olamayacağı ama içinde olmak zorunda olduğu o kalabalığın kollarına bırakacak kendini ve içinde onlar gibi olamamanın verdiği buhranla sonu belli olmayan bir hayata adımını atacak.

Tam o sırada bir orkestra, ordu gibi gelip dayanıyor gölün kıyısına. Kızı alıp çekiyor ortalarına. Ruhu sıkışmış piyanodan acılı nameler yayılıyor boşluğa. Kız sızlıyor. Eli kulaklarında duymamaya çalışıyor ruhunun sesini . Ney yenilişinin ayinini üflüyor kulağına, kız yerde… Hıçkırıkları karışıyor sese. Tedirginlikle yerde sallanan yapraklara sığınıyor kız. İyice sardılar kızı. Kız ufaldıkça ufaldı . Toprağa girecek sanki. Bir fırtına koptu, gür sesi ve tokmağıyla bir davul yetişti kızın acısına, kovaladı diğer sesleri. Acı silindi kızın kulağından, bedeni titremiyor. Yavaşça çekti kulaklarından ellerini. Kalabalık fırladı davulun gövdesinden, kızı çekip aldı aralarına, bir gülümseme kapladı kızın yüzünü. Kalabalığa olan inancı, su yüzüne çıktı. Davul ruhunu piyanonun tuşlarından söküp kızı kalabalıklar arasına gövdesinde taşıdı. Kız; tüm umutsuzluğunu, hüznünü göle vererek yürüdükçe çoğalan inancı ve güçlü adımlarıyla kalabalığı huzurlu bir keman eşliğinde aydınlığa taşıyor şimdi!

Nilay Akçay

Hayat Tıkların Toplamı

Bir Sabah…

Ayaza kesen bir rüzgarın yüzüme musallat olduğu bir sabah…
Merdiven… Geniş basamaklı merdiven... İniyorum tek tek…Tık tık … Topuk sesim delecekken kulağımı yetişiyor imdadıma Farid Farjad. Ruhum sıkışıyor kemanın tellerine bu kez de -onun melodileri hep böyle yapmaz mı sanki - İlerliyorum. Her sabahki , yaşamın ağırlıyla ağırlaşmış insanların taşıyıcısı, yorgun otobüs; beni alıp götürecek. Ben de ağırlığımı bırakacağım koltuklarına birazdan.

Tık tık… Tık tık… Gözlerim çivilenmişken adımlarıma Farid coştu nedense. Söktüm bakışlarımın çivisini adımlarımdan. Sökmez olaydım! Bu kez bakışlarım değil, ben çivilendim olduğum yere. Acaba Farid yine büyüledi de beni, hayal mi görüyorum. Bir çift göz… Bütün hayatı yutmuş bir çift göz… Beni de yutacak sandım. İrkildim. Duruyor öylece. Kıpırdamıyor. Ah kıpırdasa neler olacak ama kıpırdayamıyor. O kıpırtısız ama insanlar kımıl kımıl ve sanki o yokmuş gibi geçiyorlar sağından solundan. Saniyede onlarca soru koşuşturdu beynimde. Sonra savuşturdum onları kafamdan, Farid de sakinleşti. Yaklaştım gözlere. Tık tık…


Duymadı tıklarımı. Aldırmadı. Farid coşmalıydın oysa ki. Yanaştım sağına. Eğildim bakışlarına. Bu sefer korkmuyorum, yutabilir beni de. Bakmadı. Sesine mi ilişsem acaba?
“ Aferdersiniz ! ”
“ … ”
“ Özür dilerim. ”
“ … "
Sessizliğiyle kovalıyor beni. Gitmeyeceğim. Durduk ikimiz de. Farid de durdu. Sessizliğe gömdük kelimelerimizi. Bazen sessizlik de işe yarar değil mi ? Bekledik. Ne tık tık ne Farid ne de kelime… Bu sessizlik fazla. Başladı yine Farid ve ekledi o da:
“ Git yanımdan! ”

İki kelime çarptı suratıma. Ayaza kesen rüzgardan daha sertti. Olsun, ben o rüzgara alışmıştım. Buna da alışırım.

“ Yardımcı olabilir miyim ? ”

Kafasını kaldırdı ve kömür karası bakışlarını göz bebeğime çarparak:

“ Hayır! ”

( Zaten Farid yine başlamıştı hüzün ıslıklarını çalmaya )

“ Nereye gideceksiniz ? ”

Kısa bir sessizlikten sonra -keşke sessiz kalsaydım aptal kafam , düşüncesiz , ne diye burnunu sokuyorsun? Bak yine darmadağın ettin bir ruhu - yıllardır damla damla biriken acı, yanaklardan yol alıp çağlayarak dökülmeye başladı avuçlarına .

Avuçladım acılarla ıslanan ellerini. Kanamaya başladı ruhum. Farid, susmalısın artık. Susturdum ikisini de. Konuşmadan ilerledik. Benim topuk tık tıklarım, onun baston tık tıkları… Bir o tıklıyor bir ben. Benim topuk aceleci ama onun baston yılların temkiniyle sakin. Topuklarım da uyum sağladı baston ritmine. Tık tıklar götürdü bizi evine. Kapının açılmasıyla bir ev dolusu yaşanmışlık karşıladı koridorda bizi. Evin sessizliğini, en az kendi kadar hayata tanık olan tahta merdivenlerin gıcırtısı bozuyordu sadece. Naftalin kokusuyla sarmaladığı siyah beyaz fotoğraflarda kendisini bulmamı istedi,gençliğini kanıtlamak istercesine.Kırılmış fotoğraflardaki yüzde, ince hatları arasında biriken kırışıklıklar eksikti sadece.Dalıp gitti fotoğraftaki yüzlere,sanki her bakışta yeni baştan yaşadı fotoğrafa kelepçelenen o anı.O çözülünce fotoğrafların kollarında ben çay demlemek için yol aldım mutfağa. Yaşanmışlıkları silmemek için sanki tutmuş rafında artık kaplaması kaybolmaya yüz tutmuş çaydanlığı. Elimde iki bardak çayla döndüm yanına.Donan kelimeler bir yudum sıcak çayla çözülmeye başladı. Yıllardır sessizlik ve kimsesizlikle hece hece ördüğü yalnızlık hırkası sökülmeye başladı. Yalnızdı ve yaşlıydı. Hem yalnızlık hem yaşlılık… Bu kadarı ağır olmalı. Konuştu bastonunun ritmiyle tıııık tıııık…Dinledim. Bir plak koydu eskilerden. Tanımadım. Anlattı. Oysa ne çok kişi varmış etrafında, ne çok! Yokladı hafıza sandığını. Başladı çıkarmaya tozlanan anıları. Anlattıkça neşelendi. Bir anlattı bir neşelendi. Neşesinin doruğunda artık güvenle ayrılabilirdim ondan. Teşekkür etti bana. Yalnızlığına ortak olmuşum.

Yavaş ve sakin adımlıyorum merdivenleri. Kulağımda yine Farid… Yerleştirdi yüzüme en neşeli gıcırtısını. Bense tıklarıma yakışan bir melodiyle topluyorum şimdi topuklarımda hayatı.

NİLAY AKÇAY
(TEMRİN DERGİSİ HAZİRAN 2009)

SUS ÇİÇEKLERİ

o'na

sana dair söyleyeceklerimi bu kez uzun tutuyorum
rüzgâr savurup da sağa sola çarpmasın diye sözcükleri

yağmurlu fakat rüzgârsız bir günü seçtim:

önümde durmadan göğe uzayan bir selvi
gölgesinde yıkanan serçeler


serçeler ki
içimde savrulup duran kavganın ölülerini taşır
baktıkça yüzüme bir dağ şiiri çarpan ölüleri


/acele et, düş bir ölümden usuma /

saçlarımdan savrulan kederlerin
dağılırken çıkardığı seste
yüzün var en çok da dudakların


her şey kendi içinden gelen bir ışıkla
yeninden canlanırken dudaklarında

gözlerim durmadan sana açılıyor
uzak, ıslak dağların gecesinde tünüyor aşk

/durma, dağıt aşkın yatağını saçlarımda /


bir dilden düşüyorum gecene
yasaklanmış, küstürülmüş bir dilden
bu yüzden yumuşak tut ellerini

devletin zihnimi bedenimle terbiyeye kalkıştığı
günlerin izlerini taşıyan acılarımı
bir gülün yaprakları arasına al

çağır ruhunun babam yanlarını
gözyaşlarımın içinden bir palyoça çıkar

oyuncak bebeğimden dinlemeyi öğren
ve direnmeyi bir gerilladan

/ unutma, bana giden yol bir gerillanın sağlamlığından geçer/

ruhunda kırıtan perileri
alkol komasında sayıkladığın aşkları
dağıta dağıta gel bir şiirden

sus çiçekleri alayım ağzıma
sen tenimin kuşlarını uçururken

/ gel ve bir şiir uçur bedeninden bedenime /

Nilay Akçay
( ekim-kasım 2009 )