28 Aralık 2009 Pazartesi

GÖLDE ERİYEN HÜZÜN

Sarı bir güne uyanıyorum. Doğruldum, örtüsünü sıyırdım penceremin. Açtım kanatlarını, hava boşluğuna çarptı yüzüm. İnceden bir serinlik… Doğanın keyfi yok anlaşılan.

Çektim kapıyı. Apartmanın boşluğunda sesler hapsolmuş sanki. Bir ben kıpırdıyorum. Usulca sürtünerek tırabzanlara süzülüyorum hayata. Kalabalığa karışıyor bedenim, damla damla birikiyor korkum. Azalacağında artıyor yalnızlığım. Hafif hafif esen bir rüzgar yüzümü yalıyor. Sanki geceden kalan uyuşukluğu temizlemek istiyor. Bırakıyorum kendimi ona. Üşüdüm sanki.

Yele verip gövdemi ilerliyorum. Göl kenarındayım. Mevsim yine yüzünü dökmüş. Yapraklar toprağı örtüyor, ağaçlar hüzne soyunmuş, sarı bir çizgi beliriyor ufukta. Ayaklarım suyun yanı başında… Eğiliyorum kıyısına. Kulağıma bir piyano sesi değdi. İç sesim mi acaba? Çeviriyorum başımı. Kolaçan ediyor bakışlarım her yanı. Ses gittikçe dokunuyor yüreğime. Bıraksam çekip alacak yüreğimi. Takılıyorum sesin peşine. Bir ezgi boyuca yol alıyor düşüncem. Yaprakların hışırtısı eşlik ediyor tuşlara. İçimden uzaklara giden bir tren geçiyor. Vagonlarından birinde bir yaşlı adam… Dayamış başını cama, gözlerinde gideceği yerin isteksizliği… Anılarına sığınıyor. Yokluyorum onunla hafızamı ben de. Bir çocuk beliriyor gözümde. Kolları arasında oyuncağı, sonsuz bir huzur sarıyor hislerimi. Hafif bir gülümseme ilişiyor yüzüme. Baktım yaşlı adamın da çizgileri kaybolmuş. Belli ki onun da içinden bu çocuk geçti. Parmaklar piyanoya sert basmış olmalı ki tren devriliyor, içimdeki çocuk ürkerek ağlamaya başlıyor, susturamıyorum. Bedenim sarsılıyor. Titremeye başlıyor yaşlı adam. Hıçkırıklara boğuluyoruz üçümüz, çocuk yaşlı adamla beraber fırlıyor gözlerimden. Oyuncağı sıkıştı yüreğime. Kırıldı. Topluyorum yüreğime saçılan parçaları.

Bir keman eklendi piyano sesine. Sakinleşiyor bedenim. Keman seriyor ruhumu kitapların üstüne. Bu kez genç bir kız karşılıyor. Bir tutam mücadele bir tutam umut ve isyan çalmış kitaplardan. Kemanla piyano yetişiyor genç kızın hızlı çarpan kalbine. Tutuyorum kızın ellerinden yürüyoruz sert ve kararlı adımlarla, bir adam kesiyor yolumuzu, gençliğini fırlatıyor kızın suratına. Kız bağırıyor, adam çekilmiyor önünden. Sert bir susku patlıyor aralarında. Kızın, bir eli sonsuzluğa değecek sandığı bir susku… Kız yürüdükçe adamın uykuları kaçıyor, bir korku alıyor adamı. Kız farkında ama inatçı adam gibi. Sonunda adam anlıyor bu yürüyüşten bıkmayacak kız. Susku da büyüyor. Dönüyor kıza yüzünü, kız da ona; ama bir gölge gibi peşinde adam. Kız yürüdükçe mutlu… Ellerinde başka eller; onun gibi kumral, esmer, beyaz eller ama avuçları umut dolu... Deli yüreklerini alıp yumruklarına savuruyorlar havaya… Kız heyecanlı… Aşk ve mücadeleyle çarpıyor yüreği. Kız dalıyor kalabalıklar içine, yakalıyor herkesi, anlatıyor , yüzündeki ışığı gözlerine tutmaya çalışıyor ; ancak kalabalığın yüzü kıza değil karanlığa dönük. Kalabalık yürüyor karanlığa, kız geçiyor önlerine durdurmaya çalışıyor ama kalabalık kızı ezip geçiyor. Tam o sırada kemanın teli kızın sevinciyle koptu. Bozuk bir ritmle sesi gittikçe kesildi. Kız yorgun düşerek çömeliyor yüreğimin derinlerine. Alıyor gövdesini kalabalıktan ve arkasını dönerek ilerliyor ters istikamete. Arkasından yuhlar kovalıyor, taşa tutuyorlar sözlerini, ezip geçiyor bir küfür. Tam o sırada adam yine beliriyor önünde. “Demiştim” bakışı fırlatıyor ona. Adam tutuyor elinden. Kız kararsız. Sendeliyor düşünceleri, sorular beynini kemiriyor. Kesik kesik inilti yayılıyor bedeninden. Kız, öfkesini savuruyor etrafına, bırakıyor adamın elini. Adam, bu sefer sakin, konuşmuyor, yatıştırdı kızı, başı arkada adamın ritminde ilerliyor, elini eteğini çekiyor kalabalıktan. Adamın elini de savuruyor sokağa ve yürüyor… Koşuyor uzaklara. Kalabalığa olan inancı bir göl kıyısında piyanonun tuşlarına sıkışıp kaldı. Biliyor kız: Sıkışan ruhunu kurtarabilirse piyanonun tuşlarından belki eski günlerdeki gibi yüzünü döner onlara, şayet kurtaramazsa ömrü boyunca ait olamayacağı ama içinde olmak zorunda olduğu o kalabalığın kollarına bırakacak kendini ve içinde onlar gibi olamamanın verdiği buhranla sonu belli olmayan bir hayata adımını atacak.

Tam o sırada bir orkestra, ordu gibi gelip dayanıyor gölün kıyısına. Kızı alıp çekiyor ortalarına. Ruhu sıkışmış piyanodan acılı nameler yayılıyor boşluğa. Kız sızlıyor. Eli kulaklarında duymamaya çalışıyor ruhunun sesini . Ney yenilişinin ayinini üflüyor kulağına, kız yerde… Hıçkırıkları karışıyor sese. Tedirginlikle yerde sallanan yapraklara sığınıyor kız. İyice sardılar kızı. Kız ufaldıkça ufaldı . Toprağa girecek sanki. Bir fırtına koptu, gür sesi ve tokmağıyla bir davul yetişti kızın acısına, kovaladı diğer sesleri. Acı silindi kızın kulağından, bedeni titremiyor. Yavaşça çekti kulaklarından ellerini. Kalabalık fırladı davulun gövdesinden, kızı çekip aldı aralarına, bir gülümseme kapladı kızın yüzünü. Kalabalığa olan inancı, su yüzüne çıktı. Davul ruhunu piyanonun tuşlarından söküp kızı kalabalıklar arasına gövdesinde taşıdı. Kız; tüm umutsuzluğunu, hüznünü göle vererek yürüdükçe çoğalan inancı ve güçlü adımlarıyla kalabalığı huzurlu bir keman eşliğinde aydınlığa taşıyor şimdi!

Nilay Akçay

Hayat Tıkların Toplamı

Bir Sabah…

Ayaza kesen bir rüzgarın yüzüme musallat olduğu bir sabah…
Merdiven… Geniş basamaklı merdiven... İniyorum tek tek…Tık tık … Topuk sesim delecekken kulağımı yetişiyor imdadıma Farid Farjad. Ruhum sıkışıyor kemanın tellerine bu kez de -onun melodileri hep böyle yapmaz mı sanki - İlerliyorum. Her sabahki , yaşamın ağırlıyla ağırlaşmış insanların taşıyıcısı, yorgun otobüs; beni alıp götürecek. Ben de ağırlığımı bırakacağım koltuklarına birazdan.

Tık tık… Tık tık… Gözlerim çivilenmişken adımlarıma Farid coştu nedense. Söktüm bakışlarımın çivisini adımlarımdan. Sökmez olaydım! Bu kez bakışlarım değil, ben çivilendim olduğum yere. Acaba Farid yine büyüledi de beni, hayal mi görüyorum. Bir çift göz… Bütün hayatı yutmuş bir çift göz… Beni de yutacak sandım. İrkildim. Duruyor öylece. Kıpırdamıyor. Ah kıpırdasa neler olacak ama kıpırdayamıyor. O kıpırtısız ama insanlar kımıl kımıl ve sanki o yokmuş gibi geçiyorlar sağından solundan. Saniyede onlarca soru koşuşturdu beynimde. Sonra savuşturdum onları kafamdan, Farid de sakinleşti. Yaklaştım gözlere. Tık tık…


Duymadı tıklarımı. Aldırmadı. Farid coşmalıydın oysa ki. Yanaştım sağına. Eğildim bakışlarına. Bu sefer korkmuyorum, yutabilir beni de. Bakmadı. Sesine mi ilişsem acaba?
“ Aferdersiniz ! ”
“ … ”
“ Özür dilerim. ”
“ … "
Sessizliğiyle kovalıyor beni. Gitmeyeceğim. Durduk ikimiz de. Farid de durdu. Sessizliğe gömdük kelimelerimizi. Bazen sessizlik de işe yarar değil mi ? Bekledik. Ne tık tık ne Farid ne de kelime… Bu sessizlik fazla. Başladı yine Farid ve ekledi o da:
“ Git yanımdan! ”

İki kelime çarptı suratıma. Ayaza kesen rüzgardan daha sertti. Olsun, ben o rüzgara alışmıştım. Buna da alışırım.

“ Yardımcı olabilir miyim ? ”

Kafasını kaldırdı ve kömür karası bakışlarını göz bebeğime çarparak:

“ Hayır! ”

( Zaten Farid yine başlamıştı hüzün ıslıklarını çalmaya )

“ Nereye gideceksiniz ? ”

Kısa bir sessizlikten sonra -keşke sessiz kalsaydım aptal kafam , düşüncesiz , ne diye burnunu sokuyorsun? Bak yine darmadağın ettin bir ruhu - yıllardır damla damla biriken acı, yanaklardan yol alıp çağlayarak dökülmeye başladı avuçlarına .

Avuçladım acılarla ıslanan ellerini. Kanamaya başladı ruhum. Farid, susmalısın artık. Susturdum ikisini de. Konuşmadan ilerledik. Benim topuk tık tıklarım, onun baston tık tıkları… Bir o tıklıyor bir ben. Benim topuk aceleci ama onun baston yılların temkiniyle sakin. Topuklarım da uyum sağladı baston ritmine. Tık tıklar götürdü bizi evine. Kapının açılmasıyla bir ev dolusu yaşanmışlık karşıladı koridorda bizi. Evin sessizliğini, en az kendi kadar hayata tanık olan tahta merdivenlerin gıcırtısı bozuyordu sadece. Naftalin kokusuyla sarmaladığı siyah beyaz fotoğraflarda kendisini bulmamı istedi,gençliğini kanıtlamak istercesine.Kırılmış fotoğraflardaki yüzde, ince hatları arasında biriken kırışıklıklar eksikti sadece.Dalıp gitti fotoğraftaki yüzlere,sanki her bakışta yeni baştan yaşadı fotoğrafa kelepçelenen o anı.O çözülünce fotoğrafların kollarında ben çay demlemek için yol aldım mutfağa. Yaşanmışlıkları silmemek için sanki tutmuş rafında artık kaplaması kaybolmaya yüz tutmuş çaydanlığı. Elimde iki bardak çayla döndüm yanına.Donan kelimeler bir yudum sıcak çayla çözülmeye başladı. Yıllardır sessizlik ve kimsesizlikle hece hece ördüğü yalnızlık hırkası sökülmeye başladı. Yalnızdı ve yaşlıydı. Hem yalnızlık hem yaşlılık… Bu kadarı ağır olmalı. Konuştu bastonunun ritmiyle tıııık tıııık…Dinledim. Bir plak koydu eskilerden. Tanımadım. Anlattı. Oysa ne çok kişi varmış etrafında, ne çok! Yokladı hafıza sandığını. Başladı çıkarmaya tozlanan anıları. Anlattıkça neşelendi. Bir anlattı bir neşelendi. Neşesinin doruğunda artık güvenle ayrılabilirdim ondan. Teşekkür etti bana. Yalnızlığına ortak olmuşum.

Yavaş ve sakin adımlıyorum merdivenleri. Kulağımda yine Farid… Yerleştirdi yüzüme en neşeli gıcırtısını. Bense tıklarıma yakışan bir melodiyle topluyorum şimdi topuklarımda hayatı.

NİLAY AKÇAY
(TEMRİN DERGİSİ HAZİRAN 2009)

SUS ÇİÇEKLERİ

o'na

sana dair söyleyeceklerimi bu kez uzun tutuyorum
rüzgâr savurup da sağa sola çarpmasın diye sözcükleri

yağmurlu fakat rüzgârsız bir günü seçtim:

önümde durmadan göğe uzayan bir selvi
gölgesinde yıkanan serçeler


serçeler ki
içimde savrulup duran kavganın ölülerini taşır
baktıkça yüzüme bir dağ şiiri çarpan ölüleri


/acele et, düş bir ölümden usuma /

saçlarımdan savrulan kederlerin
dağılırken çıkardığı seste
yüzün var en çok da dudakların


her şey kendi içinden gelen bir ışıkla
yeninden canlanırken dudaklarında

gözlerim durmadan sana açılıyor
uzak, ıslak dağların gecesinde tünüyor aşk

/durma, dağıt aşkın yatağını saçlarımda /


bir dilden düşüyorum gecene
yasaklanmış, küstürülmüş bir dilden
bu yüzden yumuşak tut ellerini

devletin zihnimi bedenimle terbiyeye kalkıştığı
günlerin izlerini taşıyan acılarımı
bir gülün yaprakları arasına al

çağır ruhunun babam yanlarını
gözyaşlarımın içinden bir palyoça çıkar

oyuncak bebeğimden dinlemeyi öğren
ve direnmeyi bir gerilladan

/ unutma, bana giden yol bir gerillanın sağlamlığından geçer/

ruhunda kırıtan perileri
alkol komasında sayıkladığın aşkları
dağıta dağıta gel bir şiirden

sus çiçekleri alayım ağzıma
sen tenimin kuşlarını uçururken

/ gel ve bir şiir uçur bedeninden bedenime /

Nilay Akçay
( ekim-kasım 2009 )

2 Ekim 2009 Cuma

Harname

-37 cana--


Geceyi doğuran zaman
düğüm üstüne düğüm atıyor içime


evirip çevirip kelimeleri
yaslıyorum dilimi
yangın yemiş bir kentin diline

hatırlamak için
dondurduğum sesler

unutmak için kurşunladığım
bir görüntünün içinden sızıyor şakaklarıma

bir şair yanarak
küllerini savuruyor havaya


ah,
hangi kelimenin ucundan tutup
hangi heceyi hizaya soksam da
toplasam dağılan gövdesini harflerimle!

NİLAY AKÇAY

18 Eylül 2009 Cuma

RÜZGAR KANATLI HARFLER

Tanrı’nın sağ omzuma bıraktığı melek, bu kez beni omuzlarına alıp oradan oraya gezdiriyor, acılı şarkılar eşliğinde yüzleri gülmeyen meydanlarda buluyorum kendimi. Gülüşlerim kırılıp paramparça oluyor gri kaldırımlarında.

Dayıyorum sırtımı yaşlı bir duvara. Güçlenirim sanıyorum ama kanım çekiliyor sanki. Doğruluyorum. Dibinde, ana rahmindeki şeklini almış tinerci çocuk beni görünce başını kaldırıp mırıl mırıl, çatlak bir sesle ruhunu çizenleri anlatıp ağlıyor. Sallanan bedeni ruhuna beşik, tökezliyor karşımda. Elli yaşında bir adamın ruhunu giymiş eğreti bir beden taşıyor sanki. Cildi değil ama gözbebekleri buruşmuş. Üzerinde hayatın söktüğü yırtık, çatlak acı sızdıran giysiler... Mendilindeki yapışkanlardan çocukluğu kanayıp parmaklarından süzülüyor renkli, ışıldayan mağazaların camlarına. İnsan giysilerinden soyunan adam ve kadınlar gözleri alınmış geçerken ellerinde poşetlerle mağazaların önünden, hayvanca sevişiyorlar gecelerce. Onlar seviştikçe kanı boşalıyor bir çocuğun tiner şişesine. Bedenime bakıyorum birden. Utanıyorum. Bakışlarıyla karşılaşmamak için kaldırım taşlarının koynundaki izlere dalıyorum. Dokunsa biri patlayacak sanıyorum acı içimde. Önce içimde başlıyorum bir köşeden diğerine koşmaya. Vuruyorum kendimi kalbimin duvarlarına. Köşe başına kadar koşmaya başlıyoruz sonra çocukla.

Önümüzden geçen ilk şiire atlayıp üzeri tozlanmış kelimelerin içinde kendimize yer açmaya çalışıyoruz. Ancak kelimeler arasında bize uygun olanı bulamıyoruz bir türlü. Acımızı giyinen bir dize, aradığımız sadece. Ellerime yapışıyor çocuk. Umutla koşmaya başlıyorum tekrar heceler arasında. Süslü kelimelerin şatafatlı sesleri arasında tanıdık bir duygu yok !


Çocuk acı içinde bağırıyor. Şair denize karşı bir masada kahvesini yudumlarken çocuk elini uzatıyor satırlar arasından. Şair fularını düzeltip iliştirerek yüzüne huzurlu gülüşünü eline alıyor kalemini ve başlıyor izlediği denizi çizmeye satırlara bu kez. Maviliğinden dem vuruyor ballandıra ballandıra. Çocuğun yüzündeki son umut da kayıp parçalanıyor heceler arasından. Suları yükseliyor şiirin. Çocukla boğulmamak için çırpınıyor ve canhıraş bozuyoruz hecelerin fiyakalarını. Şair kıpırdanıyor yerinde, huzurunun kaçmasına izin vermek istemiyor, yaptığımız gürültüden canı fena halde sıkılıp bizi buruşturduğu kağıt parçasıyla beraber kuyruğunu bacakları arasına sıkıştırmış sokak köpeklerinin çöplüğüne fırlatıyor ve dönüyor yatağındaki kadını anlatmaya bir bardak viski eşliğinde. Aşktan başı döndükçe kavga etmeyi unutup onurunu düşürüyor bir çekin bol sıfırlarına.

Çocuk, elindeki jileti şairin kalemine sürüp öfkesi ve isyanını yumruklarından saça saça dayanıyor usuna. İçinde bir savaş başlıyor. Gücünü sokaktan alan isyanın ateşi şairin dilini yakıyor. Acı içinde uyanıyor uykusundan şair. Saçlarını dağıtıyor gecenin koynuna. Atıyor kendini dışarı. Bu kez mutlu çocukların oynadığı sokaklardan değil düşleri tiner şişesinde erimiş çocukların oynadığı sokaklardan geçiyor. Gördüğü manzara karşısında şiir dolusu kusuyor kaldırımlara. O kustukça beyninde olan depremlerden bedeni sarsılıyor. Masasının yanına dönüyor koşarak, yüzü sapsarı… Masanın üzerine dağıttığı kelimelerini toplayıp ateşe veriyor her yanı. Kaçtıkça uzaklaşacağımı sandığı gölgelerin tümü üzerine yapışıp kalıyor. Şiirler boyu susup kaldığı kuytulardan çıkıyor. Ellerini kanatırcasına yazıyor sayfalar dolusu. Yazdıkça deri değiştiriyor bilinci. Tinerci çocuğun acısını besteliyor satır aralarında. Harflerin ucundan tutup hizaya sokuyor heceleri ve kendi içinden tinerci çocuğun içine bir şiir geçiriyor. Çocuğun gözleri değdikçe satırlara, güçleniyor şair de çocuk gibi. Yazdıkça şair, gökyüzü akıl almaz hızla genişliyor, kolları tüm çocukları kucaklayarak maviliğine taşıyor. Göğün ışığından gözleri kamaşan yoksullar hücum ediyor meydanlara sonra, ellerinde boş tencereleri başlıyorlar göğün ezgisini çalmaya. İşçileri uyutan evler sallanıyor ardından bu ezgiyle. Uyuyan işçiler uyanıp uykularından birden devleşiyorlar şiirin göğü genişleten ışığıyla ve sarsılmaya başlıyor meydanlar güçlü adımlarıyla. Şişman, göbekli ve kel adamlar, bedenleri büyük mağazaların ışıklı vitrinlerine yapışmış kadınlar korku içinde koşuşuyor devlerin adımları arasında. Ancak onlar kaçtıkça devlerin adımlarının gölgesinde ufaldıkça ufalıyorlar ve bedenleri tinerci çocukların şişelerinden süzülüp toprağa karışıyor. Şimdi ise yer gök, dağ tepe, meydanlar, sokaklar, bulvarlar, köyler ve gecekondular kahkahalar atarak yeniden yeniden şekilleniyor şiirlerin kuytularında.

Nilay Akçay

GÜNEY DERGİSİ SAYI 49

8 Eylül 2009 Salı

SIFIRIN ALTINDA YALNIZLIK

Kuşlar saçlarından yakalamış
Çığlık çığlığa şehir


Sokaklarında geçmiş zaman kanları
Boyar durur usumu, umursamaz

Kırmızıya dönerken rengi gecenin
Kaybolmuş bir dilin sözcükleri asılır boynuma


Acılar bağdaş kurup da salladıkça kalbimi kucağında
Sesi karanlıkta ezilmiş harfleri alıp boynu vurulası laflar ederim
Ki sen o zaman yatağında çatlamış kalbinden sızan seslere teslim
Kendi intiharına koşarsın


“Aşk, avuçlarına bıraktığım bir mühürdü”
Anladıkça sen
Uzun boylu cümlelerin fiyakalı hecelerini içkinle karıştırıp
Trajik bir şiirde sabahlarsın


Gecelerce tüm hünerinle
Devrimden biçilmiş giysiler dikip
giydirmeye çalıştığında bir işçiye
gördüğün manzara karşısında
kitaplarını alır kucağına, düşünürsün


Aşktan ve kavgadan anlamadıklarını
aşktan ve kavgadan anladıklarımla toplamaya kalkarsın sonra
Mantıklarının kıvrımlarından beslenen materyalizminle çelişir
İlahileştirdiğin aklın da tutmaz elinden o zaman

Kalbin sıfırın altında yalnızlıkla buz tutmuşken
İçinin bir köşesinden diğer köşesine çılgınlar gibi koşarsın
Kendine sarılıp yüreğinin en ücra köşesine yığılıp kalırsın.


Nilay Akçay
(ŞEHİR DERGİSİ,SAYI 54)

5 Eylül 2009 Cumartesi

KELEBEK YANKISI

seni beklerken uzak bir anın görüntüsüne yazılan
bir şiir takıyorum yalnızlığımın yakasına
bir kitabın en ücra köşesine atılmış,
ancak sırra ermişlerin çekip çıkaracağı
bir mısrayla işliyorum kenarlarını

saçlarıma dolaşıyor
omzuma konan kelebeklerin ayakları

-kanatlarının rengini solduruyor sarı hüzünlerim-

Tenime çarpa çarpa intihar ediyorlar

Avuçlarımda biriken ölülerle
Hücrede boylu boyunca uzanan arkadaşımın yüzünü örtüyorum
Gökyüzünde asılı kalan bir slogandan yağmaya başlıyor küfürler

Eşyaları yutan karanlıkta
kapı dışından sızan seslere teslim oluyorum

kelebeklerden arta kalan bu baldırı çıplak şiir
sökülmeye başlıyor ilk hecesinden

onlar kalemleriyle ağızlarını kapatmış susarken
mısralar devriliyor üstlerine

Bense başkaldıran dizelerin omuzlarında
bir gerillanın namlusuna ilişip
dağlara iltica ediyorum

kelebekler silahımda!

Nilay Akçay
(YASAK MEYVE,SAYI 43 )

14 Mayıs 2009 Perşembe

AŞKA DAİR AŞKSIZ BİR ŞİİR

evleri kanatırcasına, yağmur yağıyor dışarıda
yoksullara yazılan bir şiirden fırlıyor
pencereme kimsesiz çocuk siluetleri

ve aşk bağırarak yüzümü tırmalıyor

paltosunu giyip uzaklaşıyor içimden tüm umutlar
terk edilmiş eski, ahşap bir ev şimdi bedenim
Kendi kendime dokunup dökülüyorum parça parça

başlıyorum upuzun gecelerde soluksuz acı çekmeye
gözlerimi kuruturcasına şiir okuyorum aya karşı
ben okudukça zayıflıyor ışığı
ve cılız bir çizik kalıyor gökyüzünün ağılında

yaşamadan ihtiyarlamış kadınların çizgilerinden
birkaç çizgi sallanıp düşüyor
yüzüme, alnıma, kalbime…
kalbimi alıp bakıyorum
baktıkça içimden ağzıma doluşan ölüleri kusuyorum duvarlara

ormandan gelen karanlık seslere koşuyor ruhum
tıpkı aşkları ruhumu örseleyen adamlara koştuğum gibi
anladım, sürecek bu aşksızlık
sürecek ve yazdıracak !

NİLAY AKÇAY


(ORTANCA DERGİSİ KASIM 2009 )

13 Mart 2009 Cuma

YALNIZLIK SENFONİSİ

Karanlık sözlerin üzerime çullandığı
bir sonbahar gecesi

yüreği elinde
bir şair geçti yanımdan

döndüm baktım

yüzünde baharı anlatacağını sandığım bir şiir vardı,
anlatmadı
Sustu ve
ketum bir kışa terk etti bedenimi

Adanın ortasındaki o ağaç kadar y a l n ı z ı m şimdi !

Nilay Akçay


(ŞEHİR DERGİSİ NİSAN 2009)

SAÇI UZUNLARA

Uzun, upuzun bir yağmurun
caddeleri boydan boya yardığı devrik bir şehirde
yoksul düşlerini kaldırımlara yaslayan kadınların saçlarına
sözcüklerden çiçek takıyorum
ve kör topal bir şiiri yerleştiriyorum yumruklarına
-ki saçı uzunların yumrukları gökyüzünde açılan bir çiçektir şimdi-


Nilay akçay

a l ı a l m o r u m o r d i z e l e r

-insanlık dışı koşullarda çalıştırılan kot taşlama işinde yaşamını yitiren işçilere-

şehrin ölüm doğurduğu sokaklarda
kan sıçrıyor alnıma her gece

aklımın kıvrımlarında bağrışıyor işçiler
inceden bir keder örüyorlar düşüncemin etrafına

arttıkça artıyor üzerimdeki gölgelerin ağırlığı

bu yüzden
acıdan morarmış dizeler
düşürüyorum kağıtlara

oysa
ben de bilirdim
şavkı şehri aydınlatan
güneş rengi dizeler dizmeyi

ama
sen bilmezsin
benim harflerimin arasında
meydanın orta yerinde ifadesi saçlarında ve sırtında alınmış
üşüyen bir militan var!

Nilay Akçay

TECRİD

Hayata
eğreti duygular
can çekişen bir güvercin
ağzımın kıyısında…

kırılan kanadını
sularımda yıkıyor

dilim kan içinde...

Nilay Akçay

(SUS DERGİ 2009 SAYI 7)